Bölüm 20 Kendimin Şarkısı / Benliğimin Şarkısı, Cântec despre mine

Foreword: 

Önsöz 20


Büyük Amerikalı besteci Charles Ives bu bölümün açılış dizelerini bestelemişti. Whitman’ın “Neyim ben? Nesin peki sen?” (“neyim ben? sen nesin?”) gibi en temel soruları sorma ve “Yediğim sığır etinden nasıl oluyor da böylesi güç alıyorum ben?” (“Nasıl oluyor da güç veriyor bana yediğim sığır eti?”) gibi başka bir soruyla bunları karmaşıklaştırma şekli Ives’ı büyülemişti. İçinde yaşayıp kimliğimizi edindiğimiz bu “ihtiraslı, kaba, mistik, anadan doğma” (“hasret dolu, iri yarı, gizemli, çıplak”) bedene nasıl bürünürüz bizler? Benlikten (kendi’den; self) ayırt edilemez gibi görünen bu beden nereden gelir? Yanıt, elbette, yaşayan her şey gibi bedenin de daima sonsuz bir süreç ve değişim olduğudur. Çimen yaprakları topraktan biter; toprak ise ölümün kalıntısından başka bir şey değildir. İnekler çimenleri yer ve çimenler inek olur. Biz ineği yeriz ve inek biz olur. Ölüp toprağa döner, sonunda toprak oluruz ve süreç böyle devam eder durur. Yaşam ve ölümün ekolojik dansıdır bu. Çimen yapraklarıyız biz aslında. Aslında yediğimiz, soluduğumuz, dokunduğumuz, işittiğimiz ve gördüğümüz her şeyiz. Ve tamamen açık olan duyularımız kesintisiz bir uyarım akışını deneyimler: Beden yoluyla hazmettiğimiz şeylerin asla sonu gelmez; “varlıklar” (“evrenin nesneleri”) sonsuz bir uyarımlar akışı yoluyla daima bizde bir araya gelir; karşılaştığımız ağaçlar, yıldızlar, binalar, insanlar, nehirler ve hayvanlar sırf biz deneyimleyelim diye oradadırlar sanki. Gözlerimiz açarız ve görüntüler oradadır; kulaklarımızı açarız ve sesler oradadır; elimizi uzatırız ve şeyler dokunulmak üzere oradadır. Hepimizin karşılaştığı her şey ayrı ayrı her birimiz için “yazılmıştır” ve daima merak ederiz o “yazının anlamını” (tıpkı bu şiiri okurken, gördüğümüz ve işittiğimiz şeyin o olması ve yazının ne anlama geldiğini merak etmemiz gibi).
Dolayısıyla “mızmızlanmak” (“sızlanmak”), “yakınmak” (“ağlayıp sızlamak”), “dalkavukluk etmek” (“boyun eğmek”), “yalvarıp yakarmak” (“dua etmek”) ve diz çökmek için bir neden yoktur, çünkü hepimiz “olduğumuz gibi varız” (“nasılsak öyleyiz”) ve “kâfidir bu” (“bu yeterlidir”). Bireysel bedenimiz “haşmetlidir” (“heybetlidir”), saygıya lâyık bir şeydir, yapabileceklerinden dolayı hayranlık vericidir. Neticede “yoktur kemiklerimizi saran yağdan daha enfesi” (“daha tatlı bir et bulamayız kendi kemiklerimize yapışandan”). Bedenimiz kendini çekip çevirir, dünyayı içeriye buyur eder ve neticede herkesin tıpkı bizim gibi olduğunu, dünyayı soğuran cisimleşmiş ruhlar olduğunu görmemizi sağlar. Başkalarının sahip olduklarına imrenmemiz gereksizdir, zira hepimiz eşit derecede “ölümsüz” (tam da, eşit şekilde ölüp çimenler olarak sürekli yeniden yeniden doğduğumuzdan için) ve ölçülmesi olanaksızızdır. Bedeninizden hoşnut olun, der Whitman: Daha evvel milyonlarca bambaşka şey olmuştur ve ileride milyonlarca bambaşka şey olacaktır o.
Whitman’ın ölümünden sonra, bir grup arkadaşı ve takipçisi Kanada’da kayalık bir uçurumu onun adıyla onurlandırmıştır. Oraya “İhtiyar Walt” demişler ve bir taş oymacısına “Benliğimin Şarkısı / Kendimin Şarkısı”nın bu bölümünün son üç düzesini yaklaşık birer metrelik harflerle yazdırmışlardır: “Ayağım sıkıca kenetlenmiş granit zemine, / Gülüyorum senin yok olmak dediğin şeye, / Zamanın bereketini tanıyorum bütün benliğimle” (“Ayağımı basacağım yer granite oyulup sokulmuş, / Gülüp geçiyorum bozulma dediğin şeye, / Ve biliyorum genişliğini zamanın”). Bizim beden dediğimiz şeyi oluşturan bu atomlar daima var olmuşlardır ve olacaklardır; asla yok olmayıp, zaman boyunca dönüşür dururuz. İhtiyar Walt hâlâ orada, granittedir ve hemen önümüzde, basılı haldedir.

--Ed Folsom

Kimdir bu giden?

                      İhtiraslı, kaba, mistik, anadan doğma;

Yediğim sığır etinden

nasıl oluyor da böylesi güç alıyorum ben?

 

Nedir insan? Neyim ben? Nesin peki sen?

 

Kendimin dediğim ne varsa

ona kendinden karşılık bulmalısın sen,

Yoksa boşunadır bana kulak vermen.

 

Yakınmam ben, yok, isterse yakınıp dursun cümle âlem,

Nafileymiş mevsimler, çamurmuş gübreymiş toprak diyemem.

 

Marazlının enfiyesine harmanlanır mızmız dalkavuk,

dıdısının dıdısına biat eder ananeci,

Bense takarım şapkamı başıma

kâh evde kâh sokakta nasıl dilersem.

 

Ne diye yalvarıp yakarayım? Ne diye selam durup

ayinler, törenler yapayım?

 

İnceledim yerin katmanlarını, bir saç telini bile gözledim,

                                         tartışıp durdum bilginlerle, kılı kırk yardım

Ve nihayet

yoktur kemiklerimi saran yağdan daha enfesi dedim.

 

Kendimi görürüm tüm insanlarda ben,

                                             ne eksiği ne habbe kadar fazlası;

Kendimde neye iyi kötü diyorsam

                                  başkalarında da onu kastederim ben.

 

Sımsıkıyım, biliyorum, sapasağlamım,

Durmadan bir araya gelip bana doğru akar varlıklar,

Bana yazılmıştır bütün yazılar ve ben anlamı kendim çözmeliyim.

 

Biliyorum, ölümsüzüm,

Biliyorum yörüngemi sarıp kuşatamaz bir marangoz pergeli,

Biliyorum gece karanlığında bir çocuğun

yanan bir çırayla çizdiği çember gibi

                       kaybolup gitmeyeceğim.

 

Pek haşmetliyim ben, biliyorum,

Haklı çıkmak ya da anlaşılmak için

paralamam ruhumu,

Af beklemez, özür dilemez temel kaidelerin hiçbiri,

(Gene de evimi kurduğum zeminden

zerre kadar yukarıda görmüyorum kendimi.)

 

Olduğum gibi varım işte, kâfidir bu,

Başkası bilir ya da bilmez, ben hoşnutum halimden;

İsterse cümle âlem bilsin, hoşnutum halimden.

 

Bir dünya var benim için ötekilerden katbekat büyük,

                                             benim ta kendim,

                                                        o bilir beni,

İster bugün döneyim kendime ister bin yıl sonra ya da milyon yıl,

Sevinçle kabul ederim, yahut güle oynaya beklerim.

 

Ayağım sıkıca kenetlenmiş granit zemine,

Gülüyorum senin yok olmak dediğin şeye,

Zamanın bereketini tanıyorum bütün benliğimle.

--Aytek Sever’s translation

 

 

 

Kim var orada? hasret dolu, iri yarı, gizemli, çıplak;
Nasıl oluyor da güç veriyor bana yediğim sığır eti?

Hem nedir insan dediğin? neyim ben? sen nesin?

Kendime atfettiğim ne varsa onu kendininkiyle dengeleyeceksin,
Yoksa zaman kaybı olur beni dinlemek.

Ağlayıp sızlamıyorum, bütün dünyaya ağlayıp sızlamıyorum,
Sızlanmıyorum boşa geçiyor diye aylar, yerler çamur ve pislik içinde diye.

Sızlanmak ve boyun eğmek hasta için ilaca sarılmaktır, tabi olmaktır umuma dört kuşak öteden,
İçerde de dışarıda da takarım şapkamı canım nasıl isterse.

Neden dua edecekmişim? neden hürmet edecekmişim ve fazlasıyla nazik olacakmışım?

Etraflıca inceleyip kılı kırk yardıktan, doktorlara danışıp ince hesaplar yaptıktan sonra,
Daha tatlı bir et bulamıyorum kendi kemiklerime yapışandan.

Herkeste kendimi görüyorum, bir arpa tanesinden ne eksik, ne fazla,
Ve kendimden söz ederken iyi veya kötü ne diyorsam, onlar için de aynısını söylüyorum.


Sapsağlam ve dayanıklıyım,
Evrenin birleşen nesneleri sürekli bana akıyor,
Hepsi bana yazılıyor, çözmeliyim o yazının anlamını.

Biliyorum ölümsüz olduğumu,
Biliyorum bu benim yörüngemin üzerinden geçilmez bir marangoz pergeliyle,
Biliyorum geçip gitmeyeceğim bir çocuğun yanmış bir dal parçasıyla karanlıkta çizdiği kıvrımlar gibi.

Biliyorum heybetli olduğumu,
Zahmete sokmuyorum ruhumu kanıtlasın diye kendini
ya da anlaşılsın diye,
Görüyorum temel yasaların asla af dilemediğini,
(Sanırım daha mağrur davranmıyorum sonuçta evimi diktiğim düzlükten.)

Nasılsam öyleyim, bu yeterli,
Farkında olmasa da varlığımın dünyada başka kimse, memnunum hâlimden,
Herkes farkında olsa da varlığımın, memnunum hâlimden.

Bir dünya farkında ve bence en büyüğü, o da kendim,
Kendiminkine ister bu-gün ister on bin ister on milyon yılda varsam bile
Hemen şimdi kabul ederim neşeyle veya aynı neşe içinde bekleyebilirim.

Ayağımı basacağım yer granite oyulup sokulmuş,
Gülüp geçiyorum bozulma dediğin şeye,
Ve biliyorum genişliğini zamanın.

--Fahri Öz’s translation

 

Afterword: 

Sonsöz 20

“O denli iyi tanıdığım başka biri olsaydı kendimden bu kadar çok söz etmezdim,” der Thoreau, yayımlanışı Çimen Yaprakları’nın ilk basımıyla aynı zamana denk gelen Walden’da: “Maalesef deneyimimin darlığından dolayı bu izleğe hapsolmuş durumdayım.” Gerçekten de kısıtlıydı deneyimi; Boston civarındaki ormanlarda yaptığı günlük gezintilerinden ironik bir dille, “Concord’da bol bol gezdim” diye söz eder ve dünyaya yönelik tutumu Whitman’ın kapsayıcılığından, Yaratılışın tümünü kucaklama dürtüsünden belirgin şekilde farklı görünür. Ama o denli farklı mıydılar sahiden? İkisi de, benlik vasıtasıyla evrensel anlamı aramıştı; Thoreau kendi gerçeklik payını büyük ölçüde doğadan alırken, Whitman kendisinden son derece uzak yaşamları tahayyül etmişti: “Kendimi görürüm tüm insanlarda ben, ne eksiği ne habbe kadar fazlası; / Kendimde neye iyi kötü diyorsam başkalarında da onu kastederim ben” (“Herkeste kendimi görüyorum, bir arpa tanesinden ne eksik, ne fazla, / Ve kendimden söz ederken iyi veya kötü ne diyorsam, onlar için de aynısını söylüyorum”) der bu bölümde. Onlarda ortak olan, dikkatli gözlem ve onunla iç içe geçmiş meraktı, bunlar ikisini de gün ışığındaki yürüyüşlerine dair kalıcı hakikatleri kavramaya yöneltmişti; tanık olup gelecek kuşaklar için kaydettikleri şeyler Amerikan Edebiyatının köşe taşlarıdır – ki biri yaban doğayı insanların birlikteliğine yeğlemiş, diğeri kendi görüş alanındaki her şeyi bağrına basmıştır. Ölüm döşeğinde, ölümden sonra hayat olup olmadığına dair hissi sorulduğunda, Thoreau’nun, “Başka dünya yok” dediği söylenir. Whitman için ise ölümden sonraki yaşam daima şu anda, buradadır, evrenin kökeninden uzak geleceğe uzanır. Ölüm de korkutmaz onu, çünkü onu birçok dünyanın beklediğine inanır. “Zamanın bereketini tanıyorum” (“biliyorum genişliğini zamanın”) diye yazmıştır ve bunu kahve kaşığıyla değil, daha evvel kimsenin görmediği bir gök cisminin yörüngesini takip eden bir astronom gibi ölçmüştür: “kâh evde kâh sokakta” (“içeride de dışarıda da”) şapkasını takan şair olarak.

--Christopher Merrill

Question: 

Soru 20

Whitman, bizi bedenlerimizi hem kabul etmeye hem de kutlamaya teşvik etmekten haz duyar gibi görünür. Bedenler hepimizde ortak olan şeydir ve dolayısıyla Whitman için demokratik düşüncenin doğrudan temelidir. Sizce Whitman’ın önerdiği gibi gerçekten bedenlerimize tapsaydık, dünyada daha az şiddet olur muydu, yoksa şiddetin kaynağı beden tapıncı mıdır?