Bölüm 21 Kendimin Şarkısı / Benliğimin Şarkısı, Cântec despre mine

Foreword: 

Önsöz 21

Whitman’ın 1850’lerin başlarından kalan not defterlerinde, “Benliğimin Şarkısı / Kendimin Şarkısı”nın özgün kıpırtılarını görebildiğimiz yerler vardır. Talbot Wilson defteri olarak bilinen not defterinde, Whitman’ın yepyeni bir konuşma tarzını biraz tereddütle de olsa yazıya geçirdiği özellikle çarpıcı bir pasaj vardır. Şair, Çimen Yaprakları’nı biçimlendiren serbest tarzda dizelere geçiş yaparak, çelişkili ulusundaki bütün benlikler yelpazesine ses vermek üzere çılgın bir hamle yapar: “Kölelerin şairiyim ben ve kölelerin efendilerinin,” diye yazar; “Bedenin şairiyim ben / Ve varım.” Bu noktada duraksar, sonra tekrar başlar: “Bedenin şairiyim ben / Ve ruhun şairiyim / Hem efendileriyle hem de köleleriyle gidiyorum dünyanın / Ve efendiler ile kölelerin arasında duracağım / İkisinin de içine dolacağım ki ikisi de beni aynı şekilde anlasın.” Çimen Yaprakları’nın bu hayret verici doğuş ânı, yapıtın başlangıçta, en azından ifadenin geleneksel anlamıyla “kölecilik karşıtı” (abolitionist) olmadığını ortaya koyar, çünkü kölecilik karşıtı yapıtlarda köle, şeytanlaştırılmış efendinin karşısında konumlandırılır ve ulusun çözülemez ikilikleri pekiştirilir. Bunun yerine, Whitman, ikilikleri uzlaştıracak bir sesi araştırır, köle ve efendi adına konuşabilecek kadar, ya da ikisi arasındaki mesafeyi tartışabilecek kadar kapsayıcı bir sesi.
Whitman’ın, Amerika’nın fevkalade temsilî sesi, eksiksizce temsilî bir ses olma, yani partiler veya hizipler için değil, ulustaki herkes için konuşan, kültürdeki tüm bireylerin öznelliğini barındıracak kadar akışkan olan bir ses olma olma girişiminin başlangıcı budur. Böylelikle bu erken tınılarda, Whitman, insan olanaklarının karşıt uçlarını, yani kendi engin şiir sesinin kapsaması gereken yelpazeyi, 19. yüzyıl ortalarında ona göründüğü şekliyle belirler. Onun aydınlanmakta olan kavrayışı, her demokratik benliğin uçsuz bucaksız ve çelişkili, yani ulusun kendisi kadar alacalı bulacalı olduğuna dair inancıyla ilintiliydi; şair, ulusu uyandırmalı, Amerikalıları ayrımcılık ve hiyerarşinin ataletinden çıkarmalı, kendi içlerinde potansiyel olarak öteki herkesi barındırdıklarını, hatta potansiyel olarak öteki herkes olduklarını anlamalarını sağlamalıydı. Whitman, efendi ile kölenin aynı sesle temsil edilebilmeleri halinde köleliğin sona ereceğine inanıyordu; her ikisi de demokratik şairin “ben” ve “sen”inin içinde mevcut olduklarını duyacaklar, efendi kendi içindeki potansiyel köleyi deneyimleyecek, köle ise kendi içindeki efendiyi bilecek ve bu aydınlanma ânında kölelik sona erecekti. Ne var ki, 1855 yılında Whitman bu sesi ilk defa basılı hale getirdiğinde, Amerikan ulusu, bölünme ve şiddet güçlerinin birleşmeye ve farklılıkların özümsenişine dair, sönmekte olan umutlara ne denli üstün geleceğini keşfetmeye yalnızca beş yıl mesafedeydi.
Yukarıdaki pasaj güçlüdür, ama asıl çarpıcı olan, Whitman’ın, çaprazlamasına bir çizgi çizerek defterinde onun ilk kısmını iptal etmiş olmasıdır. Pasajdan nihayet “Benliğimin Şarkısı / Kendimin Şarkısı”na ulaşabilmiş biricik dize şudur: “Bedenin ve Ruhun şairiyim ben” (“Beden’in ozanıyım, Ruh’un da ozanıyım”). Şairin köle ile efendiyi birleştiren radikal çağrışımı, “Benliğimin Şarkısı / Kendimin Şarkısı”nın ana bildirisinin bizzat kaynağıymış gibi görünse de silinmiştir. Amerikan toplumunun en uç özne konumlarına –köleye ve efendiye, siyaha ve beyaza– ifade kazandırma kudretini iddia etmek, şaire, tek bir birleştirici sesle hem bedeni hem de ruhu konuşturmanın yolunu açmış gibi görünür. Whitman, ikilikleri özümsemeyi aslında Amerika’nın en sıkıntı verici ayrımıyla yüzleşerek ve onun adına konuşarak öğrenmiştir: siyah ve beyaz ayrımı. Şu durumda, Amerika’nın ıstırap dolu ırk tarihi “Benliğimin Şarkısı / Kendimin Şarkısı”nın tam da kökeninde yer alır ve bu noktada şairin insanları bölen ve sınıflayan –cennet ve cehennem, erkek ve kadın gibi– diğer tüm ayrımları yerle bir etmesini sağlar. Kendisini bölmeye kalkışan her şeyden daha büyük olan bir benliğe dair bu mistik sezgi, artık şairi “genleşmeye;” bütün dünyayla, toprakla ve denizle, ve onları “yarı yarıya örten” (“hemen hemen zapt eden”) geceyle seviştiğini hayal edebildiği noktaya dek genişlemeye bırakır. Eski ayrımlardan azat olduğunda, bu demokratik şairin “tutkulu, anlatılmaz” (“kelimelerle anlatılamayan, tutkulu”) arzuları için artık hiçbir şey fazla büyük değildir.

--Ed Folsom

Bedenin ve Ruhun şairiyim ben,

Cennetin hazları da benimle, cehennem ıstırabı da,

Birini kaynaştırıp kendime büyütüyorum benliğimde,

                                             ötekini aktarıyorum yepyeni bir dile.

 

Erkeğin şairi olduğum kadar kadının şairiyim ben,

Kadın olmayı yüceltiyorum erkek olmak kadar,

Ve diyorum ki daha yücesi yoktur insanların anasından.

 

Büyüdükçe büyümenin, azametin şarkısını söylüyorum ben,

Boyun eğip alçaldığımız yeter,

Gelişim büyüklüğün ta kendisidir diyorum.

 

Herkesi geçtin de Başkan mı oldun sen?

Nafiledir bu ––

ötekiler de varacak oraya birer birer,

hatta ötesine geçecekler.

 

İşte yürüyorum giderek serpilen körpe geceyle,

Sesleniyorum gecenin yarıya dek örttüğü toprağa ve denize.

 

Kucakla beni ey bağrı çıplak gece ––

                                             cezbedip esirgeyen gece!

Güney rüzgârlarının gecesi ––

                                  iri iri yıldızların gecesi!

Sessizce selamlayan gece ––

                                  ey yaz gecesi, çırılçıplak, deli divane!

 

Gülümse, ey serin soluklu, şehvet dolu toprak!

Ey mışıl mışıl uyuyan dupduru ağaçların toprağı!

Yiten günbatımının toprağı ––

                                  başı dumanlı dağların toprağı!

Dolunaydan mavi mavi yağan billur ışığın toprağı!

Nehrin gelgitine alacalar bırakan

ışığın ve gölgenin toprağı!

Gönlüme göre parlayıp berraklaşan

                                             kurşuni bulutların toprağı!

Kollarıyla alabildiğine geniş kavrayan toprak ––

                                  elma çiçekleriyle dolup taşan toprak!

Gülümse, âşığın geliyor işte sana!

 

Pek cömertçe verdin aşkı bana ––

                                  aynısını veriyorum ben de sana!

Ey tutkulu aşk, ah, ey anlatılmaz aşk…

 

--Aytek Sever’s translation

 

 

 

Beden’in ozanıyım, Ruh’un da ozanıyım,
Cennetin hazları bende, cehennemin acıları da,
İlkini nakledip kendime yükseltiyorum, diğerini yeni bir dile tercüme ediyorum.

Nasıl erkeğin ozanıysam, kadının da ozanıyım,
Diyorum ki bir kadın olmak erkek olmak kadar mühimdir,
Diyorum işte, daha büyük bir şey yoktur insanların anasından gayrı.

Şarkısını söylüyorum genişlemenin ya da gururun,
Yeterince baş eğdik ve küçümsendik,
Büyüklüğün tek gelişme olduğunu gösteriyorum.
Diğerlerini geride mi bıraktın? başkan mı oldun?
Önemsiz bir şey bu, birçokları oraya erişmekten fazlasını yapacak, daha ileriye gidecektir.

Benim o yumuşak ve büyüyen geceyle yürüyen,
Gecenin hemen hemen zapt ettiği karaya ve denize sesleniyorum.

Yakına gel çıplak bağırlı gece—yakına gel mıknatıslı, besleyen gece!
Güney rüzgârının gecesi—birkaç büyük yıldızın gecesi!
Hâlâ başını sallayan gece—çılgın, çıplak yaz gecesi.

Gülümse Ey şehvetli, serin nefesli yeryüzü!
Uyuklayan, ıslak ağaçların yeryüzü!
Yola çıkan gün batımının yeryüzü—zirvesi sisli dağların yeryüzü!
Yalnızca maviye çalan dolunayın camsı akışının yeryüzü!
Irmağın akışını benekleyen parıltı ve karanlığın yeryüzü!
Hatırım için daha parlak ve berrak görünen duru gri bulutların yeryüzü!
Dirsekleriyle uzaklara çullanan yeryüzü—bol elma çiçekli yeryüzü!
Gülümse, sevdiceğin geldi!

Cömertçe aşk verdin bana—bu yüzden ben de sana aşk veriyorum!
Kelimelerle anlatılamayan tutkulu aşk.

--Fahri Öz’s translation

Afterword: 

Sonsöz 21

Şairin bir önceki bölümde “ihtiraslı, kaba, mistik, anadan doğma” (“hasret dolu, iri yarı, gizemli, çıplak”) olarak selamlanan bedeni şimdi yalnızca ölüm sonrasının haz ve acılarını değil, erkekler kadar kadınların da deneyimini ve bilgeliğini “yepyeni bir dile aktarmayı” (“yeni bir dile tercüme etmeyi”) vaat etmektedir. Âşıkların, toprağın ve denizin, karanlığın ve ışığın izleği birleşmedir ve bu şiirin manyetik alanında çekim her şeydir. Gece yaklaşır, imgelemi besler; uyuyan dünya uyanır ve şair için şu düşünceyi berraklaştırır: Bizler, zamana karşı değil, her şeyin birbirine çağrıda bulunduğu sonsuz bir şimdide yaşadığımızın farkındalığına doğru yarışırız. Bu etkinlik karmaşasında, benzer ve farklı olanların bu birliğinde kazanan veya kaybeden yoktur, sadece çoğalış ve duygulanım vardır. Herkes tam saatinde varacaktır o bitiş çizgisine ya da başlangıç çizgisine – ki o da şimdidir.
Ve Kaybolan Oğul (Prodigal Son) sahne alır (şiirde geçtiği şekliyle “cömertçe” ifadesi kastedilmektedir). Yeni Ahit’teki hikâyenin tam aksine Tanrıvari şaire aşkını bahşeder ve şair de aynı şekilde karşılık verir. “Tutkulu, anlatılmaz” (“kelimelerle anlatılamayan, tutkulu”) aşkları bize Whitman’ın kâinat anlayışında hiçbir şeyin yasak olmadığını hatırlatır, her ne kadar, şiirin sonraki yayınlarında şair ilk yazımın bitimindeki müstehcen dizeleri sansürlemişse de: “Beni sıkıca tutan ve benim de sıkıca tuttuğum azgın! Gelin ve damat gibi canını yakıyoruz birbirimizin.” Bu sancılı bilgi, bundan üç bölüm sonra şairin demokratik tahayyülünde sahneye çıkaracağı “susmak bilmeyen boğuk seslere” (“uzun zamandır dilini yutmuş seslere”), geçmişe, şimdiye ve geleceğe vasıta olması için bir ön gerekliliktir. O demokratik tahayyül hepimizin olacaktır yavaş yavaş. Kulak verelim.

--Christopher Merrill

 

Question: 

Soru 21

Whitman, “gelişim büyüklüğün ta kendisidir diyorum” (“büyüklüğün tek gelişme olduğunu gösteriyorum”) diyerek ne demek istemektedir? Bu bölümde şair, yeryüzünün ta kendisini bir sevgili olarak hayal etmesine yetecek kadar büyük olana dek genişlemeyi arzular. Benliğin bu tür bir genişlemesinin meydana gelmesi için gereken “gelişim” (“gelişme”) neleri içerir? Acaba buradaki sözcüğün (develop) “örtülerinden sıyrılmak,” “açığa çıkmak,” “belirmek” anlamındaki etimolojik köklerden geldiğini bilmek işimize yarar mı?